Archive for the ‘Arşiv’ Category

…miş, …mış

Posted: 13 Eylül 2008 in Arşiv


Bursa, halen eski günlerdeki gibi güzelmiş. Evde kahvaltı yapmak en az yüz kat daha zevkliymiş. Çay, ince belli bardakta çay olurmuş. Nasipte yoksa dayak bile yenmezmiş. Hayatımızın figuranlarından köşedeki büfeci aslında Ayhan’mış. Akşam sıcacık belediye otobüsünde müzik dinleyerek iyi ışıklandırılmış karla kaplı bir şehri seyretmek müthiş zevkliymiş. Seferler iptal edilmişse yola çıkmamak lazımmış. Şansı fazla zorlamamak gerekirmiş. Keskin virajları yavaş almak lazımmış. Buzda kaymaya başlayan aracı kontrol etmek çok güçmüş. Bazen başkalarının hatası sonucu kaza olurmuş. Ayakta giden yolculara yer vermek onları çok mutlu edermiş. Zorda ve yolda kalmışa yardım etmek onlar için çok şey ifade edermiş. Soğukta sıkı giyinmek gerekirmiş. Bazen uyanmak isteyip uyanamadığınız rüyalar olurmuş. Aslında onlar rüya değil keşke rüya olsaydı dediğiniz şeylermiş. Kendi yatağınızda uyuyabilmek çok büyük bir nimetmiş. Annem babam beni çok severmiş…

About good old days

Posted: 13 Eylül 2008 in Arşiv


90lı yıllardan dinlediğim bi kaç şarkı beni biraz eski günlere götürdü. Ne zaman düşünsem o zamanları hüzün kaplar içimi. Melankolinin damarlarına işlediği bir kişi olarak haliyle sık sık böyle gel gitler oluyor. Bilmiyorum herkeste var mıdır yoksa bana mı hastır, geçmiş günlerin hep daha iyi olduğuna inanılır. Aslında onlar gerçekten iyi günler miydi? Yoksa bizler mi daha saftık, ilişkilerimizde daha mı samimiydik? Değişimin ya da zamanın çarklarında eriyip gidiyor galiba her şey. Yıllar öncesinde bıraktığın bir insan ‘içinde’ hep bıraktığın gibi kalsa da yıllar sonra karşıaşınca ne kadar farklı yollar seçtiğinizi, hayata ne kadar farklı baktığınızı görüyorsun. Neyse mesele bu değildi. Eski güzel günlerdi. Daha doğrusu hep güzel olduğunu düşündüğüm(üz) eski günler. Televizyonların renklenmediği, patlak topla mahalle maçı yaptığımız günler. Köye gitmek için hep umutla beklediğim günler. Kış güneşinde öğleden sonra okuldan gelip sokakta oynadığım günler. Salıncakta sallandığım, okulun yanındaki yarım yamalak parkta oynadığım, haftasonları erkenden çizgifilm izlediğim günler. Akşam sınavlara hazırlandığım samimi bir arkadaşla hayallerimizi birbirimize anlatıp dolaştığımız günler. İkindi serinliğinde walkmanimi kulağıma takıp upuzun bir yolda yürüdüğüm günler. Annemin koyduğu ekmek arası x’le kolpa meyvesuyunu öğle arasında parka gidip arkadaslarla götürdüğümüz günler. Gece tatlı uykumuzdan kalkıp 1:00-2:00 halı saha maçı yaptığımız, 19/B beklediğimiz, perşembe günleri tavuk yediğimiz, baraja gittiğimiz günler. Sabah ailem olmadığından kendim kalkıp demlikle üstünkörü kahvaltı yapıp okula gittiğim günler. Sonra 201de ettiğimiz kahvaltılar, muhabbetler. Eski dostlarla buluştuğum günler. Yeni arkadaşlar edinmeye başladığım günler. Bir proje bitiminde gecenin ikisinde börekçiye gittiğimiz, sınav öncesi toplanıp ders çalıştığımız, çiğköfte yediğimiz, proje yaptığımız, kaldığımız ve geçtiğimiz günler. Mezun olurken annemi sevinçten ağlayarak bana el salladığını gördüğüm günler. Pazar sabahlarında güzel kahvaltılar hazırladığımız, akşam muhabbetimize bahane olan ince belli bardakta çay içtiğimiz günler. Her gün kırmızı bir kalemle sabahları bir çarpı atarak tükettiğimiz acemi günler. İşte bütün hayatımın küçük bir özeti yukarısı. Belki siz de kendinizden bir şeyler buldunuz yukardaki satırlarda. O günler mutlaka bir anlam ifade ediyordu ki yukarda kendilerine bir yer buldular. Güzel günlerdi. Ama eski oldukları için mi? Yoksa içlerinde “DEĞER VERDİĞİM” kişileri ya da olayları barındırdıkları için mi? Onları geri getirmek ya da tekrar yaşamak mümkün değil çünkü Sezen Aksu’nun bir şarkısında dediği gibi: Eskidendi, çok eskiden. Galiba verdikleri hüzün de onları geri getiremeyişimizden olsa gerek. Biliyorum o günlerde yaşamak, o günlerde kalmak doğru değil ama anımsamamak da elde olmuyor maalesef.
Peki ya bugün? O benim için bazı şeyleri yabancılaştıran, anlamını kaybetmesini sağlayan bir şey artık. Başkalaşıyor artık insanlar ve mekanlar bugünün elinde. Benden koparmaya ve almaya başladı, ve acıtıyor. Yarın ise meçhul. Biraz görseydim önümü galiba bu kadar yaşamazdım geçmişte.

Hayat Ağlamaktır

Posted: 13 Eylül 2008 in Arşiv, Şiir


Gülün adı yok bülbülün derdi
Hayal bütün aşklar hepsi rüya
Göster hani kim muradına erdi

Hayat dediğin nedir ki…
Gelip geçen zaman mı
Acılar mı yoksa
Paylaştığın yada paylaşamadığın
Telefonda konuşmak yüzünü görmek
Eline dokunmak mı sevgilinin

Hayat dediğin nedir ki…
Enteresan şeyler mi yapmak
Farklı olmak
Sevmek yada sevilmek mi
Yada ölmek

Söylesene hayat dediğin
Bırakıp girmek mi
yoksa terk edilmek mi

Hayat dediğin ne ki
Yazmak yine yazmak
Ve hep yazmak mı
Bir roman mı hayat
Bir yerlerde yaşanan
Yoksa bir şiir
Kulaklara fısıldanan

Ne ki……. hayat
Sevmek mi sevilmek mi
Yoksa ölmek mi
Özlenmek mi özlemek mi
Bir çocuk mu hayat
Hep gülen her zaman gülen
Yoksa yetim bir aşık mı sevgisinden ayrı düşen
Hayat dediğin bir soluk mu
İlk aldığın yada son verdiğin
Yoksa bir yudum çay mı
Sıcak hep sıcak sımsıcak
Yoksa bir rüzgar mı saçlarını okşayacak
Yoksa bir kaçamak bakış mı
Mevsimlerden bahar mı kış mı
Ne ki
İlk kez ayrılmak mı
son kez unutmak mı

hayat ne demek bunu bilmiyorum
ama şu an benim için hayat
uzaktan tanıdığım birinin ölümünün ardından döktüğüm
aslında kendime olması gereken göz yaşlarımdır.

Hayat ağlamaktır

(Bugün 11 Nisan idi. Saat şu an 01’e yaklaşıyor.
Ağlıyorum.)

Yavuz Mehmet Ertürk(*)

(*)Geçirdiği trafik kazası sonucu uzun süren bir koma döneminden sonra 29 Ekim 2007 Pazartesi akşamı vefat etmiştir….

Bir film elestirisi denemesidir

Posted: 13 Eylül 2008 in Arşiv


Bilen bilir, filmin benim icin kendi mantigi ya da felsefesi icerisinde bir tutarlilik ve butunluk icermesi gerekir. Film eger oyleyse severim. Elestiri dedimse oyle profesyonel manada bi seyler beklemesin kimse. Sadece demincek ilk defa izledigim ve vizyona girdiginde ortaligi kasip kavurmus olan Titanic namdar film hakkindaki nacizane mulahazalarimi beyan edecegimdir musadenizle.

Hemen belirteyim film hosuma gitti. IMDB ilk 250yi hakettigini dusunsem de kitle munasip gormemis saygi duyarim. Konu olarak Titanic gemisiyle suslenmis olmasa Turk sinemasinda konu olarak benzerlerine rastlamak mumkundur. Ekonomik durumlari kotuye gitmis kizimiz Sabahat kendisini bu durumdan kurtaracak olan Kemalle nisanlanir. Kemal Sabahat’i sevmektedir lakin Sabahat bi turlu mutlu olamamaktadir. Hayattan zevk alamayan Sabahat kendini hizla yaklasmakta olan bir arabanin onune atar. Sizin de tahmin edeceginiz uzere araba hasta annesine bakmak zorunda olan fakir Murat’in soforlugunu yaptigi taksidir. Murat kizi kaptigi gibi hastaneye goturur. (Burada bazen kiz kor olur zengin nisanlisi bunu birakir falan ama oralara girmeyecem) Sonra kiz gozunu acinca Murat’i gorur ve asik olur.

Tabi Kemal de hastaneye gelir ama bunlar mercimegi firina coktan vermistir. Kizi Kemal uyarir: “Bi daha o adami seninle gorursem bacaklarini kirarim”. Kizin annesi Melahat da dikis dikip gundelige giderek kizina bakamayacak kadar yasli ve isteksiz oldugu konusunda kizini ikna eder. Ama Murat gizli gizli bunlarin koskunu dikizlemektedir. Bi firsatini bulup kizi ayartir ve “Ya Benimsin Ya Topragin” veya “Canimdan Gecerim Senden Vazgecmem” gibi kizin gonul namelerini titretecek bir sarkiyla (bizde cizim sanati o zamanlar pek gelismedigi icin bu kullaniliyodu) kendine baglar. Sehre hakim bir tepedeki ulu bir agacin altinda (burda geminin ucuna bi gonderme vardir, dikkat buyuralim) asla ayrilmayacaklarina dair yeminler ederler.

Neyse sahneye Kemal cikar adamlarini Muratin ustune salar bi de iftira atar kiz ondan sogusun diye. Kiz yer mi, tabi yemez olum. Kiz canini disine takar sevgini kurtarir kotu adamlarin elinden. Sonra bir hayatta kalma mucadelesidir surer gider. Filmin sonuna dogru da Kemalle Murat kapisir, kiz arada bi kursun yer. Kemal kesin olur. Murat da yaralanir. Bundan sonra farkli olaylar yasanabilir: a) Ikiside yasar (Mutlu son yani) b) Murat olur kiz kalir hikayeyi torunlarina anlatir c) b’nin tersi olur d) Ikiside olur (Acikli son)

Efendim diyeceksiniz bu film o kadar basit miydi? Allasen cikar Titanic’i aradan, o efektleri falan bi de siyah beyaz izle bakalim. Hem benim filmin guzelligine, hakederek aldigi odullere falan bi sozum yok. Sade bi de bu acidan baktim.

Leonardo abimizin daha once izledigim filmlerinden hicbiri pisman etmemisti beni. Keza bu da. Bi de bunda daha cocukmus oyle gorup izleyince daha bi hos oldu. “Leonardo filmin sonunda olur” prensibine bagli kalinarak (hatta bu filme baslamis da olabilir bu prensip) donarak feci sekilde can vermesi seyirciyi huzne bogmustur.

Son olarak da muzik icin soylenecek bi sey bulamiyorum. -itiraf ediyorum bazi yerlerini anlamadim ama- en sonundaki sarkinin sozleriyle sizleri basbasa birakiyorum

Every night in my dreams
I see you, I feel you,
That is how I know you go on

Far across the distance
And spaces between us
You have come to show you go on

Near, far, wherever you are
I believe that the heart does go on
Once more you open the door
And youre here in my heart
And my heart will go on and on

Love can touch us one time
And last for a lifetime
And never let go till were gone

Love was when I loved you
One true time I hold to
In my life well always go on

Near, far, wherever you are
I believe that the heart does go on
Once more you open the door
And youre here in my heart
And my heart will go on and on

Youre here, theres nothing I fear,
And I know that my heart will go on
Well stay forever this way
You are safe in my heart
And my heart will go on and on

Üç nokta…

Posted: 13 Eylül 2008 in Arşiv

Kimi duyguları anlatması zordur. Fiziki şartlarınız emsallerinize göre veya olası ihtimallere göre en iyisidir belki, binlerce kez şükürler olsun. Tüm bunlar arasında kimi şeyler birikir durur sinenizde bir yerlerde. Batıyordur yüreğinize bi şeyler, acıtıyordur. O zaman istersin ki, -çok sevdiğim bir türküde dediği gibi- gelsin otursun yanına ve hallarını söyleyesin. Ve derdimden anlamaz ama sadece konuştuğum dili anlayan insanları neyleyim dersin. Sıkıntından ne yapacağını kestiremediğin bilmem kaç dakika seni boğarken binlerce kilometre öteden kendiliğinden gelen dost sesi, üç nokta. Fazla değil, 9-10 kelime işte. Bir gün bana demişti: “Hem arkadaşlar ne içindir ki, üç nokta”. Bunun için. Onca derdinin, işinin arasında kısa da olsa gönlünden koparak kısaca “Halin nicedir?” demesi için, üç nokta.

İyi ki varsın dostum, üç nokta